Ağustos 2023

Mehmet OCAK- Mehmet Akif’in Leylâ’sı

0 views
30 mins read

Mehmet OCAK

MEHMET ÂKİF’İN LEYLÂ’SI

  1. MEHMET ÂKİF VE ŞİİRİ

Mehmed Âkif Ersoy, “1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuş ve 27 Aralık 1936’da Pazar günü, saat 19.45’te Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etmiştir. Mehmed Âkif’in babası Mehmed Tahir Efendi (1826-1888) ve annesi Emine Şerife Hanım’dır (1836-1926).”10

Âkif, edebiyatımızın nadide şahsiyetlerinden biridir. Onu böylesine değerli kılan birçok özelliğinin olmasının yanı sıra, eşine az rastlanır bir fikir ve dava adamı oluşu, şairin toplumumuzdaki yerini anlamak açısından önemlidir. “Edebiyat tarihlerinde pek az sanatkârın eseri ve fikirleri ile şahsiyeti arasındaki benzerlik, hatta ayniyet, Mehmed Âkif’inki kadar olabilmiştir. Yalnız edebiyatçıların değil, birçok ahlâkçıların bile hayatları “hocanın dediklerini yap da, yaptıklarını yapma” meselesini doğrulayan örneklerle doludur. Bir şair olduğu kadar, hatta şairliğinden daha çok bir idealist olan Mehmed Âkif, bu kaidenin çok nadir istisnalarından biridir.”106

Okay’ın bu ifadesi, şairin nasıl bir fıtrata sahip olduğunu gösterir. Âkif, sadece bir şair değil aynı zamanda Müslüman bir fikir adamıdır. Bu yönü ile ilgili Necla Pekolcay şu ifadeleri kullanmıştır: “XX. asırda dinî edebiyatın kuvvetli mümessili şüphesiz ki, Mehmed Âkif’tir. Fakat Âkif, İslami edebiyat içinde, başlı başına bir şahsiyettir, demek hatalı olmayacaktır, inancındayım. O’nda Kur’an-ı Kerîm’den hareketle cemiyet meselelerine yönelişi bulurken, Türk olmasının haysiyetini, mazimizin övünülecek muzafferiyetlerini imanlı bir Müslümanın hemcinsleri için şefkat ve ıstırap ile çarpan kalbini buluruz. Şiirlerinde Âkif, hem Müslümandır, hem de Türktür ve hem de tam manasıyle insandır.” 107

Şairin, şiirinin eksenini İslam dini oluşturur. Müslüman bir duruşa sahip olan Âkif, kalemini de bu dine hizmet için kullanmıştır. O, yetiştiği çevre ve aile terbiyesi bakımından, donanımlı bir şahsiyettir. Şairin sanatı da bu minval üzeredir. İlmîanlamda, gerek Batı gerek Doğu metinlerine ilgili olan Âkif, medeniyetin tekrar inşası anlamında, cehâleti yaşadığı dönem düzleminde, geri kalmışlıktaki en büyük sebep olarak değerlendirir. Buna yönelik Vehbi Vakkasoğlu, şairi incelediği eserinde “bazı yanlış anlayanların aksine, tam bir medeniyet ve ilim taraftarıdır. Geri kalışımızın en büyük sebebi olarak bilgisizliğimizi, cehaletimizi gösterir. Hatta cahillik yüzünden ne din, ne namus kaldı diye feryat eder:

Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,
Bir hale getirdin ki; ne din kaldı, ne namus108

şeklinde bir ifadede bulunur.

Âkif, çocuk yaşlardan itibaren okumaya meraklı bir yapıdadır. Kendi ağzından şu ifadelerde bulunur: “Rüşdiye tahsiline devam ederken, babamdan gene Arapça okurdum ve epeyce ilerletmiştim, seviyem mektep programından çok yüksekti. Babam okuturken, o zamanın usulünü ve kitaplarını takip ediyordu. Mektepte okunan Farisî ile iktifa etmezdim. Fatih camiinde, ikindiden sonra, Hafız Divan’ı gibi, Gülistan gibi, Mesnevi gibi muhalledatı okutan Es’ad Dede’ye devam ederdim. Rüşdiye tahsilimde esasen en çok lisan derslerine temayülüm vardı. Dört lisanda da (Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca) birinci idim, şiiri çok severdim.” 109

Bu ifadelerden hareketle şiire karşı duyduğu bu ilgi ileride O’nu Safahat şairi yapmıştır. Yetişmiş olduğu yer ve zaman itibariyle şair gerek fikrî dünyasında gerek sanatında realist bir yolu benimsemiştir. Bu realizm O’nun şiirini oldukça somut bir hüviyete büründürmüştür. Bu düşünüş tarzıyla, dönemin yaşanan zorluklarına ışık tutmuş ve sadece sorunu ortaya çıkaran değil çözümü de sunan bir sanat ortaya koymuştur. Âkif, malzemesinin dil olduğunu bilerek, bu aracı davası için kullanmıştır

Şairin yaşadığı dönemde hâkim olan sanat görüşü Servet-i Fünûn eksenlidir. Âkif, “Garb’ a karşı aşırı bulduğu temayüllerden dolayı bu nesle bağlanmamıştır.” 110 O, şiar olarak kendisine İslâm’ın çizdiği yolu seçmiştir. İşte bu yönelimlerle Safahat adlı eseriniortaya koyan şair, genel itibariyle İslâmî, hürriyetçi, sorumlu, mütefekkir bir tavırla bu eserini oluşturmuştur. Şairin bu eseri yedi ayrı kitaptan oluşmuştur. Bunlar sırası ile;

  1. Safahat
    Süleymaniye Kürsüsünde
    3.Hakkın Sesleri
    4. Fatih Kürsüsünde
    5. Hatıralar
    6. Asım
    7. Gölgeler

Şeklindedir.

Bu eser, ihtiva ettiği unsurlar ve yazılışı itibariyle genel olarak bir bütün olarak görülür. Bu ifadeye yönelik Şerif Aktaş, “Safahat, yedi ayrı kitaptan oluşmaktadır. Ama o, bir bütündür. Bu esere bütünlük kazandıran ise, bizi biz kılan ciddi anlamda imandan ve toplum karşısında samimi sorumluluk duygusundan beslenen idealizmin terbiyesinde oluşmuş değerler ile çözülüşün girdabında yaşanan karmaşanın karşı karşıya gelmesi, daha yerinde bir ifadeyle çatışmasıdır” 111 şeklinde ifade etmiştir.

  1. ÂKİF’İN LEYLÂ’SI

Sezai Karakoç’a göre, Âkif’ in şiiri iki ana unsur etrafında teşekkül eder. Bu unsurlar İslam ve realite112dir. O’nun şiirinin teşekkül ettiği bu iki unsur aynı zamanda Âkif’in misyonunun da temelidir. Şair, birçok yönden İslâm’ın milletlerini uyandırmanın tek yolunun bu reel düşünüş tarzıyla olacağını şiirlerinde ifade etmiştir.

Âkif bu uyanış için yine İslâm’ın üslubu ve kaideleriyle hareket etmiştir. O hakkın ve gerçeğin peşindedir. Nitekim bu yönelimini şu mısralarıyla ifade etmiştir.

Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne sanatkârım
Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım
Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizârım
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lazımsa
Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.113

Şairin bu şiirinden hareketle amacının yüksek sanatlı şiir söylemek olmadığı aşikârdır. Onun şiiri İslâm’ın ve ümmetin sesidir.

Âkif’in şiirini anlamaya yönelik bu ifadelerden sonra çalışmamızın asıl temasına yönelik şiirine değinelim. Şairin Leylâ isimli şiiri, Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’de yer alır. Bu şiir O’nun Mısır’a gitmeden önce yazdığı manzumelerinin sonuncusudur.114 Şairin şiiri şöyledir:

LEYLÂ

 “Barındırmaz mısın koynunda, ey toprak?” derim, “yer pek”;
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, “gök yüksek”.
Bunaldım kendi kendimden, zaman ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye’se çarpar serseri alnın!
Ocaksız, vâhalar, çöller; sağır, vâdiler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır:
Ses veren cinler! Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş! Nerden etmiş Şark’ı istilâ?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu üç yüz elli, dört yüz milyon imânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hala bekliyor ferdâ-yı mev’ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın “ferdâ-yı Mahşer”se…
Hayır, kudretli bir varlıkla mü’minler mübeşşerse;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ, ufuklardan bir aydınlık?
O “aydınlık” ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
“Vücûdundan peşîman, ölmek ister” sandığın Şark’ı,
Füsûnkar iltimâ’âtıyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,
Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdıyla müstağrak, yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnûn’la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrunadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helal olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i’zazın,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâl’im, göklerin kalbinde yer tutmuş otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’adı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ’atler kölendir, Kâ’be’ler haclen…..
Gel  ey Leylâ, Gel  ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda
Mevlâ’dan Henüz göz yummamış dünyadan, ey Leylâ, hevâdarın…
Tecellî et ki kaldırsın, bütün bir Şark’ı dîdârın.115

Şairin bu şiiri Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler adlı bölümdedir. Yedinci kitap, birçok açıdan metafizik bağlamda zengin bir eserdir. Karakoç, Akif’in adını verdiği eserinde bu durumu şöyle izah eder: “Mısır’da yazdığı şiirler, denize yaklaşmış bir nehrin psikolojisini taşır. Ölümün gölgesi vurmuştur bu hayat şiirlerinin üstüne (ki Safahat’ın bu bölümü Gölgeler adını alır). Hayattan ve zamandan kopuş, metafiziğin kendini duyuruşudur artık bu dönem. Bir Ehram, bir Firavun anıtı önünde faniliği elle tutar gibi yoklar. Sonra tasavvuf içinde avunuş gelir. Bu metafizik örneklerinde bile bir nehrin denizine karışırken, faydalılığını kaybetmeyişi gibi, Âkif de, faniliğe sosyal açıdan bakar; zulmün ebedileşemeyeceğini, sonsuzluğu yalnız dinin kucaklayabileceğini görür ve artık olaylara sırt çevirerek mutlak içinde erir.” 116

Âkif, hastalığının son demlerinde böyle metafizik şiirlere yönelmiştir. Karakoç’un da ifadesiyle nehir denize yaklaşmıştır. Her bakımdan nehrin o güne kadar taşıdığı bereket, etrafına saçılmıştır. Buna rağmen denize yaklaşan bu nehir, varlığının amacını ortaya koyarak son metrelerinde dahi, bereketini topraklara yaymıştır.

Âkif, ömrünün son demleri bile olsa, bu şiirle şairlik misyonunu yüklenip, en başından bu yana çok sevdiği milletine kurtuluşun veyahut dirilişin İslam ile mümkün olacağını belirtmek istemiştir. Bu bakımdan şairin gayesi şu şekilde ifade edilebilir: “Şair, halkın içinde parlayan ve doğan yeni bir şair, yeni doğan günün, eşyaya yeni bir ruh haliyle bakışını getirir. O, insana, eşyaya bakışı için yeni bir ışık, bütün iç sıkıntılarını dağıtan yeni bir umut, yeni bir sevinç, her fecre yeni bir horoz, her çiçeğe yeni bir usâre getiren tılsımcıdır. Toplulukların tam bir depresyona düştüğü, ruhlardan havaî fişek hızıyla çıkan melankoli dairesinin tam kapanmak üzere olduğu anda yetişen şair, insanı, hedefine giden bir ok haline getirir; ileriye, ufuklara çevirir.” 117

Karakoç’un şaire yüklediği bu görev, Âkif’te halihazırda bulunan bir mefhumdur. Ülkesinin zor koşullarda ayakta kalma çabasına sırtını dönmemiş, bizzat milletin yanında olmuştur. Onların diliyle konuşup, onların sıkıntılarına ayna olmuştur. Şairin Leylâ adlı şiiri de O’nun milletinin temsilidir.

Âkif, çağının sıkıntıları ile iç içe olan bir şairdir. Bu açıdan Batılılaşma serüveninin hat safhada olduğu ve bunun yanı sıra milletin büyük buhranlardan geçtiği dönemde dahi sırtını milletine dönmemiştir. O, bu coğrafyanın insanının sinelerinde saklı olan hisleri bilir ve şiirini bu hislerle oluşturur. Akif’in Leylâ şiiri de işte bu bilinçle oluşturulmuştur. Şiirin birçok dizesinde İslâmî kaygılar baş gösterirken, milletin ahvâlini de bu kaygılar içerisinde aktarmıştır

T.S. Eliot, bir eserinde gelenek hakkında şu ifadeleri kullanır: “(…) gelenek, hemen bir önceki neslin başarılarını eleştirmeksizin körü körüne taklit etmek anlamında kullanılacaksa, kesinlikle ondan kaçınılmalıdır. Buna benzeyen ve doğar doğmaz kaybolup giden akımlar gördük; yenilik tekrardan daima daha iyidir. Gelenek bundan daha geniş bir anlama sahiptir. O, hiçbir gayret sarf etmeksizin edinilecek bir miras değildir. Eğer geleneğe sahip olmak istiyorsanız, çok gayret sarf etmeniz gerekir. Geleneğe sahip olmak için önce ‘tarih şuuru’ geliştirmeye ihtiyaç vardır. Tarih şuuru

ise, yirmi beşinden sonra da şiir yazmaya devam etmek kararında olan herkes için kaçınılmaz bir şeydir. Tarih şuuru, sadece ‘geçmiş’in geçmişliğini bilmek değil, fakat onun ‘hal’de de var olduğunu anlamak demektir. ‘Tarih şuuru’ olan bir şair, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz.”118

Eliot’un bu ifadeleri Âkif’in Leylâ şiirinin geleneksel örgüsünü anlamak açısından önemlidir. Şair, diğer birçok şiirinde de olduğu gibi Leylâ adlı bu şiirinde de bir gelenek vurgusu yapar. Şairin bu vurgusu, toplumun içinde bulunduğu halden çıkış için bir can simidi mahiyetindedir. Nitekim geleneklerinden koparılmaya çalışılan Türk toplumunun, şuurlu bir hal ile bu koparılışa karşı koyabilmesi için geleneğe yaslanması ve kurtuluşu orada araması elzemdir. Bu gelenek, tahrife uğramamış olan ve yine İslâm dininin kural ve kaideleri ile örtüşen bir mahiyettedir.

“Bizim eski şiirimiz de ana ekseni belli bir şiirdi. Eski şiir geleneğimizi olgunlaşan bir vurguyu bu geleneğe eklemişlerdi. Fuzûlî, romantik vurguyla geldi. Daha sonraki romantik tutum, Fuzûlî’nin bu vurgusunu hiçbir zaman ihmal etmedi (…) Gelenek kelimesinin bütün dünyada negatifliğin anlaşılabilir olması, eski değerlerin gözden düşmüş olması yüzündendir. Artık genel yönelim, geçmişin tazeliğini bulmak değil, geçmişin yükünü sırtından atmak şeklinde gelişiyordu.”119

Eroğlu’nun ifade ettiği bu gelenek tasviri, XX. asrın şiirinin temayülünü de ifade eder. Eskinin köklü mirası artık yük gibi görülmeye başlanmış ve geleneğe sırt çevrilmiştir. Bu duruma karşı çıkanlardan birisi Mehmet Âkif’tir. O, bu yönelimi reddederek önce ve sonrası ile bütünleşebilen bir isim olmuştur. Şairin, Leylâ şiirinde temas ettiği de, kökünü maziden alan ve gövdesiyle şimdi ve geleceğe uzanan Türk toplumun sıkıntılı haline çare olarak İslâmî yaşayış biçimi olduğuna vurgudur.

Âkif’in Leylâ adlı şiiri lirik bir temayla oluşturulmuştur. “İslâm dünyasının felaketli durumunu tasvir etmesinin yanı sıra bu halden kurtulmak için Allah’a yöneltilmiş bir yakarış olması bakımından şairin 1912-1913 yıllarında yazmış olduğu bazı şiirleri hatırlatmaktadır. Ancak o şiirlerde İslâm dünyasının felaketli durumunun müsebbibi olarak bu felaketlere gerektiği gibi karşı koymayan ve zilleti adeta hak eden bir toplumun veya fertlerin tasviri vardır. Bu şiirde ise, ülkesini yabancılara karşı

elinden geleni bütün imkânlarla savunmuş, yapabileceğinin azamisini yapmış ve artık Allah’ın yardımı için dua eden bir insanla karşı karşıyayız.” 120

Âkif’in 1912-1918 yılları arasında kaleme aldığı şiirler İslâm dünyasının üzerindeki baskıları ve bu baskıların tesirlerini işlemiştir. Leylâ, bu yönüyle de kurtuluşu sembolize etmiştir. Bu buhranlı dönem dikkate alındığında Leylâ kavramı da kötü günler yaşayan milletin sinelerindekinin hülasası gibidir. Âkif’in şiirinde, “Viran kubbe olarak nitelediği Doğu’nun artık aydınlık bir geleceğe çıkması için dua eden şair, Müslümanların bu uğurda ellerinden gelen bütün gayreti gösterdiği inancındadır. Şiirde Leylâ beklenen kurtuluşun sembolü, Mecnûn ise bu kurtuluşu iştiyakla bekleyen İslâm âlemi olarak kullanılmıştır ve klâsik edebiyatımızda ilahî aşkın ifadesi olarak bir mazmun haline gelmiş olan bu kavramların tasavvufî bağlamın dışında kullanılmış olması bakımından da şiir dikkat çekicidir.”121

 

Kaynakça:

105 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, (Haz: M. Ertuğrul Düzdağ), TDV Yayınları, Ankara 2008, 19 106 Orhan Okay, “Karakter Abidesi ve Bir Çığlık Olarak Mehmet Âkif Özel Sayısı”, Hece Dergisi, Ankara 2008, 8.

107 Pekolcay, 346.

108 A. Vehbi Vakkasoğlu, İslam Şairi Mehmed Âkif, Yeni Asya Yayınevi, İstanbul 1980, 108-109. Pekolcay, 338.

110 Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif Ersoy, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, 72.

111 Şerif Aktaş, Karakter Abidesi ve Bir Çığlık Olarak Mehmet Âkif Özel Sayısı, Hece Dergisi, Ankara 2008, 25.
112 Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş Yayınları, İstanbul 1987, 36.

113 Ersoy, 5.

114 Tansel, 104

115 Ersoy, 431-432.

116 Sezai Karakoç, Mehmed Akif, 39

117 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yayınları, İstanbul 2007, 46.

118 T.S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Paradigma Yayınları, İstanbul 2007, 2,3.

119 Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası, YKY, İstanbul 2011, 15.

120 Fazıl Gökçek, Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, 220.

121 Gökçek, 220,221.

 

Kaynak: Bekir Ocak,FUZÛLÎ, MEHMET ÂKİF ve SEZAİ KARAKOÇ’DA LEYL”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi Ve Sanatları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 2015 (https://www.academia.edu/34320185/FUZ%C3%9BL%C3%8E_MEHMET_%C3%82K%C4%B0F_ve_SEZA%C4%B0_KARAKO%C3%87DA_LEYL%C3%82?auto=download&email_work_card=download-paper)